HAYAT VEREN DAVET
 
  Ana Sayfa
  => ALLAH DOSTLARI
  => MULTİMEDYA
  => Videolar
  => İletişim
  Kur-an'ı Kerim
  PEYGAMBERLER
  AKAID - İnanç ve İmani Meseleler
  KÜTÜPHANE
  Hadis
  FIKIH
  ISLAM TARIHI
  MENZİL
  Sultanlar Diyarı
VELİ KİMDİR? Şah-ı Nakşibend’e (ks) sormuşlar: “Efendimiz, bazı havada uçan kimseler var. Onların durumu nasıldır? Onlar için ne söylüyorsunuz?” Hazret cevaben buyurmuş: “Onlar benim nazarımda veli değiller. Havada uçmak hüner değil. Havada uçan bunca kuşlar var. Veli mi oldular ki havada uçuyorlar?” Tekrar sormuşlar: “Peki efendimiz, suda yürüyenler için ne buyuruyorsunuz?” Şah-ı Nakşibend (ks) şöyle buyurmuş: “Onlar da benim nazarımda makbul değildir. Gece gündüz suda dolaşan bunca balık var. Onlar da veli midir ki suda geziyorlar?” Tekrar sormuşlar: “Öyleyse efendimiz, bir saatte bütün dünyayı dolaşan, doğu ile batı arasında mekik dokuyan kimseler için ne söyşüyorsunuz?” Hazret cevaben: “benim nazarım da bunlar da veli değiller. Şeytan ism-i azam duasını okuyarak bir saniyede doğudan batıya gidip geliyor. Ama kafirdir şeytan. Dergah-ı ilahiden atılmıştır. İmanı reddedilip kabul edilmemiştir.” buyurmuş. Soranlar bu cevapları aldıktan sonra: “Öyle ise efendimiz, lütfen bize kimlere veli dendiğini, kimlerin veli olduğunu söyler misiniz? Vallahi biz kimlerin veli olduğunu bilemiyoruz” diyerek rica etmişler. Şah-ı Nakşibend (ks) bunun üzerine şöyle buyurmuş: “Ben, Peygamberin (sas) şeriatına mutabat eden, onun şeriatinden ayrılmayan kimselere veli derim. Böyle kimseler benim gözümde velidir.” Sohbetler, Seyda Hz. Tasavvufun Üç Meyvesi Mehmet ILDIRAR kaleme aldı, DİĞER YAZILAR bölümünde yayınlandı. Tasavvuf, nefsin terbiye edilip kalbin Allah’tan gayrısından temizlenmesi için Kitap ve Sünnet dairesinde gayret etmek, çalışmaktır. Burada nefsin terbiyesinin, kalbin temizliğinin önemi yanında, bu işin İslâm’ın temiz akidesi, emir ve yasakları çerçevesinde yapılmasının önemini öncelikli olarak vurgulamak gerekir. Çünkü Allah Tealâ’nın İslâm’dan başka bir dini yoktur ve bu dinin dışındaki başka bir inançla nefse muhalefet etmek kişiyi hakikate ulaştırmaz. ‘İstidraç’ denilen birtakım garipliklerle kişi doğruya ulaştım zannederken, iyice yanlışa saplanıp kalır. İslâmî ölçülerle kontrol edilmeyen nefs terbiyesi tasavvuf değil; şeyhi şeytan, akıbeti cehennem olan bir sapık yol olur. Bu sapıklıkla elde edilecek bazı olağandışı hallerin insanların gözünü boyamaktan öte hiçbir kıymeti yoktur. Bütün mesele kalbi Allah Tealâ’nın razı olduğu ahlâk ile selim bir hale kavuşturmak ve İslâm olarak yaşatmaktır. İmam Rabbanî k.s. hazretlerine göre tasavvuf üç şeyin temini içindir: Önce kalbi manevi hastalıklarından temizler. Kalp, emir alemindendir ve aslen yüzü Allah’a dönüktür. Fakat dünya hayatına saplanarak kirlenmiş, ahlâkı bozularak ilâhi olan cevheri zarar görmüştür. Bize şah damarımızdan yakın olan Allah Tealâ’yı unutup uzaklaşmış, birer hastalık olan kötü huylar edinmiştir. Tasavvuf, kalbi Allah Tealâ’ya karşı cahilleştiren, onu karanlıkta bırakan bu durumdan kurtarmak için yapılacak olanın yolunu göstermiş, Ehl-i Sünnet sınırları içinde yöntemi belirlemiştir. Usulünce çalışılınca tasavvufun sağladığı ilk kazanç kalbin bütün hastalık ve dünyanın gereksiz ağırlıklarından kurtulması, kendi gerçek haline dönmesidir. İkinci olarak, kalp aslına dönünce şüphe ve vesveselerden arınmış sağlam bir imanla kişi Allah Tealâ’nın rızasını kazanmayı can u gönülden ister ve itikad, ibadet ve muamelâtıyla dinine dört elle sarılır, emirleri yerine getirip, yasaklardan sakınır. Üçüncü olarak, tasavvuf terbiyesi altında yetişmiş müslüman için Peygamber Efendimiz s.a.v.’in sünnetini ihya etmek büyük önem kazanır. Çünkü doğru yolun, dinin, dolayısıyla tasavvufun habercisi O’dur. İnsanları kurtuluşa götürecek olan yaşayış şeklini, hal ve davranışları yine O göstermiş, nasıl yapmamız gerektiği konusunda örnek olmuştur. O’nun elinden tutmadan, O’nun yolunu takip etmeden, O’nun duası ve şefaati olmadan tasavvuf terbiyesi mümkün değildir. O bütün mürşitlerin mürşidi, yol göstericilerin yol göstericisidir. Tasavvuf, kişiyi Peygamberine bağlı, O’nun bildirdiklerine sadık bir müslüman yapmaya çalışırken, nefs, şeytan ve kötü insanlar da düşmanlıklarından geri kalmayacaklardır. Fakat tasavvuf terbiyesi zaten bu düşmanları alt ederek ilerlemeyi sağlamak içindir. En önemli düşman da kişinin kendi nefsidir. Nefs aşırı isteklerle dünyaya önelir, Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarına karşı lâkayt ve tembel davranıp sadece kendi zevklerinin tatminini ister. Kalbi de aşağı çekmeye çalışır. Çünkü kalp melekleşmeye meyilli olduğundan nefsin istediği hayatla tamamen zıt hareket edip onu engeller. Kalp nefse teslim olmadığı sürece nefsin yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü kalp insan varlığında en önemli yere sahiptir ve padişah hükmündedir. Bu padişahın hastalanıp yataklara düşmüş, kimseye söz geçiremeyip çevresine oyuncak olmuş hali içler acısıdır. Fakat insanın aklı kalbin yardımcısıdır. Eğer akıl insafla hareket eder, geçici dünyaya bağlanmanın, gerçek ve sonsuz hayat olan ahirete sırt dönmenin saçmalığını itiraf ederse, kalbe yardım etmiş olur.
Ana Sayfa
 
                                                             HATM-İ ŞERİF
İlimsiz Olmaz

“Sakın cahillerden olma!” 22

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 23

İslâm’ın ilme ve ilim ehline verdiği önem, sık sık tekrar edilen ve herkesin bildiği bir gerçek. İslâm’ın ilk vahyi “oku” emriyle başlıyor:

“Oku, yaratan rabbinin adıyla. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Ki rabbin sonsuz kerem sahibidir.”24

“Oku!...” İlim kapısının anahtarı okumak. Bütün kâinat ve kendi varlığın bir kitap. Allah’ın âyetleriyle dolu bir kitap ve Kur’ân-ı Hakîm o kitabın özü, ruhu. Yüce yaratıcının Kelâmıkadîm’i.

“Oku!...” Âlemlerdeki mükemmel nizam, ilmin ta kendisi ve İslâm, o nizamın insanlığa yönelik yüzü. İki dünya mutluluğunun pusulası. İslâm, ilmin kendisi. Âlemlerin rabbini bilmenin ilmi, yaratılanları bilmenin ilmi, kendini bilmenin ilmi...

İlâhî mesajın doğrudan muhatabı Hz. Peygamber (s.a.v) ilmin rehberidir. Âlemlerin rabbi, rehbere “oku!” diye ferman buyuruyorsa takipçileri okumadan, ilim olmadan nasıl yol bulabilir?

Yaratıcıya lâyık kul olmakla yükümlü olan bizler, Allah’ın Resûlü ve onun vârislerinin rehberliğinde, rabbimizin üzerimizdeki muradını anlamak ve o muradı gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Kalbimizi O’na teslimiyetle kâmilen doldurmak ve yaratılış gayemizi hayatımızın merkezine koymak zorundayız. Şahdamarımızdan daha yakın olan rabbimizle aramızdaki perdeleri kaldırmak mecburiyetindeyiz. O perdelerin neler olduğu bilinmeden, kalbimize ve hayatımıza nasıl yön vereceğiz?

Yalnızca şu âyet-i kerimeler, rabbimizin cehâletten uzak durma ve bilenlerden olma fermanının büyüklüğünü anlatmaya yeter:

“Sakın cahillerden olma!”25

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 26

“Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler (gerektiği gibi) korkarlar.” 27

Ayrıca Cenâb-ı Allah bizi, aklımızı ve bilgi aracı duyularımızı kullanma hususunda da sık sık uyarıyor:

“Düşünmüyorlar mı?” “Akıl etmiyorlar mı?” “Görmüyorlar mı?” “Bilmiyorlar mı?”

Birçok âyet-i kerimenin sonunda yer alan bu sorulara, her ne ile ilgiliyse ilimsiz cevap verilemeyeceği de çok açıktır.

Diğer taraftan Resûlullah Efendimiz de (s.a.v), ilim konusundaki uyarılarıyla rehberlik vazifesini yerine getiriyor:

“İlim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümanın üzerine farzdır.” 28

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” 29

“Allah, kime hayır dilerse onu dinde fakih (anlayışlı) kılar.” 30

Bu hadis-i şeriflerden özellikle birincisi, bütün müslümanların ilimle yükümlü olduğunu yoruma gerek kalmayacak açıklıkta ifade ediyor. İlim, bütün farzlardan önce gelen farzdır. Ve biz bugünün müslümanları, bize ne oluyor ki ilim ve bilgi bu kadar uzağımızda? Kalbimizin, işlerimizin ve inananlar arasındaki hukukun bilgisinden niçin bu kadar uzağız? Ve bu bilme farziyetini yerine getirmeden nasıl kurtuluşumuzu ümit edeceğiz?

Üstadımdan dinlediğim bir kıssa geliyor aklıma:

Abdülkadir-i Geylânî (k.s), bir gün mihrapta oturmuş zikir ve murakabe ile meşgulken gaipten bir ses geliyor: “Ey Abdülkadir kulum! Ben senden bütün amel yükümlülüklerini kaldırdım...” Abdülkadir-i Geylânî (k.s) bu sözü duyar duymaz sesin geldiği yöne elindeki tesbihi kurşun gibi fırlatarak, “Defol lânetli şeytan!” diye haykırıyor. Foyası ortaya çıkan şeytan, “Ben bu şekilde nice âbidleri, nice zâhidleri yoldan çıkardım. Ama sen bir an olsun tereddüt edip tuzağa düşmedin. Nasıl anladın beni?” diye soruyor. Abdülkadir-i Geylânî (k.s), şeytana hepimizin ibret alması gereken şu sözlerle cevap veriyor: “Seni iki şeyle tanıdım. Birincisi akaid ilmi. Bu ilimle biliyorum ki, Allah bir yönden hitap etmez; O her yerdedir. Oysa senin sesin bir yönden geldi. İkincisi fıkıh ilmidir. Buna göre de, peygamberler dahil hiç kimseden amel mecburiyeti kaldırılmamıştır...”

Demek ki ilimsiz amel büyük tehlikelerle doludur. Şeytan her an pusudadır ve riya, kibir, ameline güvenme gibi ilimsiz baş edilemeyecek tuzaklarla yolumuzu kesmeye çalışmaktadır.

Cehâlet öyle büyük bir karanlık ki Hz. Ali (r.a), “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” diyor. Yani köleliği cehâlete tercih ediyor. Kölelikten daha alçaltan bir hayata mahkûm olmak, akıllı ve şahsiyetli bir mümine yakışır mı?

Evet, kurtuluş için ilme sarılmak ve öğrendiğimizi hayatımıza nakşetmek zorundayız. Yüce rabbimizin,

“Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında şiddetli gazab (a sebep olma) yönünden büyüdü”31 ikazına kulaklarımızı kapatmamız mümkün değil. Cum‘a sûresi 5. âyette de rabbimiz, bilip de amel etmeyenleri kitap yüklü eşeğe benzetiyor.

Anlaşılıyor ki, ilim öğrenmeyi hayatımızın en öncelikli meseleleri arasına koymak, edindiğimiz ilmi yaşamak ve cehâletle konuşmaktan sakınmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde hem kendimizi hem de etrafımızı helâke düşmekten korumuş oluruz.   

     

Istıraplarımızın Sebebi

 

Bid’at mana itibariyle, “dinde olduğu halde çıkarılıp atılan veya, dinde olmadığı halde ihdas edilen her türlü unsur”un adıdır ve her ikisi de yanlıştır, reddedilmiştir. 

Sahabe-i kiram ve onları takip eden tabiin nesli, imanla birlikte bir müminde yaşayabilen bid’at ve nifakı büyük bir titizlikle tarif etmiş ve açıklamışlardır. Kendileri de yırtıcı bir hayvandan kaçar gibi bunlardan kaçınmış, uzak durmuşlardır. Çünkü müminin en büyük korkusu son nefeste su-i hatimedir (kötü akıbet).

Ashab-ı kiram ve tabiin, kötü akıbetin hayatımızdaki sebeplerinin başında bid’at ve nifak ile her türlü kibir, gurur ve kendi nefsini beğenme hastalıkları olduğunu tesbit etmişlerdir.

Maneviyatı böylesine kemirip perişan eden ve kişinin şaki olmasına sebep olan bu marazi haller, Allah’ın kitabında ve sünnet-i Resul’de şiddetle reddedilmiş, müminler uyarılmıştır.

Bugün ıstıraplarımızın en önemli sebeplerinden biri, dünyada huzurumuzu, ahirette de ebedi saadetimizi temin edecek hakiki hayat nizamımızın bazı unsurlarını hayatımızdan eksilterek, onda olmayan bazı unsurlaru da dahilmiş gibi görerek hareket etmektir. Dolayısıyla gafil kalpler ve şuursuz tavırlarla birçok manevi hastalıklara maruz kalınmıştır.

Çareye gelince, ilk tedbir manevi hastalıkları tedavi edecek kalp tabibi kamil rehberleri arayıp bulmak ve onların tavsiye ettikleri manevi reçeteyi uygulamaktır. İşte bu kamil rehberlerin manevi terbiyesi ve örnekliği ile saf ve berrak dinimizi anlamak ve yaşamak daha kolay olabilir.

(M. Saki Erol, Hayat Dengemiz’den…)





                                                                                         

Bu Dünya Bir Handır

 

 

Gavs-ı Sani Hazretleri buyurdular ki:

“Bu dünya bir han gibidir. Ahiret yolcusu bütün hazırlığını bu handa yapmalıdır. Yolda tedarik görülmez. Zira kervan yola çıkmıştır. Ölümle başlayan bir yolculuğun geri dönüşü yoktur. Yola çıkan kimsenin hedefine ulaşması için belli bir yol ve usül takip etmesi gerekir. Başıboş ve hedefsiz yol giden kimsenin hedefine varması mümkün değildir. Onun nereye varacağı da belli olmaz. Allah yolu da böyledir. O yolda Hz. Resulullah’ın -aleyhissalatü vesselam- izinden başka Allah’a giden bir yol ve kapı yoktur. Hz. Resulullah’ın -aleyhissalatü vesselam- hayatını yaşamak için de ulu sadatlara uymak gerekir. Hz. Peygamber’e -aleyhissalatü vesselam- hakkıyla uymanın en güzel yolu sünnet üzere yaşayan sadatları takip etmektir. Sadatlar sünnet-i seniyyeyi kal olarak değil hal olarak yaşar ve yayarlar. Onlara uymakla iman selameti ile ölmek nasip olur. Böylece ebedi ahiret yolculuğu iman ile başlamış olur. En büyük saadet de budur.”

                      

 
   
Ey can!  
  Ey can!

Ey Resulullah bahçesinin Gavs gülü!

Seni kim bir sabah ezanında

Yıllar yılı yatağında bulabildi ki?

Bir tas su dökülmüş gibi

O cehennemleri söndürecek

Nurlu gözyaşlarının döküldüğü sırdaş yastıktan başka…

Uzun secdelerin, boyun büküşün, el açışın,

Bu kadar gülenin haline ağlamakla af isteyişin.

Tarumar dünyanın gülistana çevrilişi gizliydi senin gece yarılarında…

Hani hane-i saadetten çıkıp

Ağır ağır yürürsün ya,

Hasretle yol gözleyen aşıklar meydanına…

Saadet sokağından tövbe mescidine doğru yürürsün ya,

Bir elinde asa bir elinde gül,

Denizlerin çalkalandığı nur ummana doğru.

Sanki önünde yürüyenin ayak izlerini takip edercesine.

Binlerce sevdalının beklediği mescide. Hani o girişin var ya…

Uzatırsın ya asayı nasiplisine

Yarılır ya saflar birden bire, meleşir ya kuzuların

O mübarek selamı bir verdiğinde sallanır dağlar bir bir.

Birden bire gül kokusu sarar tövbe mescidini

Çöle yağan yağmur misali…

Yürürsün mihraba doğru,

Sağa sola sadakalar dağıtırsın o nurlu nazarından ey gönül Sultanı..

Dönersin sevdiğin cihetine Ay Parçam..

Gel Ay Parçam! Yandı yüreğim gel!

Gözyaşlarımla ıslatsam yollarını,

Güller sersem yollarına nazlı Sultanım, gel özledim seni.

Gel ki gözlerim murad alsın,

Gel ki bağrımın derdine bir çare ol.

Gel! Susuz çöllere döndüm, yandım aşkın ile gel! Biçareler, ümit kapısı demiş sana gelmiş gel.

Benim ümidim,

Ömrümce kapısında dilendiğim, bir tek nazar kıl!

Ey ceddinin övündüğü yüce sultan gel..

Cuma’dır bugün, bayramdır. Bu gün sevindir evlatlarını gel.

Aman Allah! Güneş yüzünden mi doğar cihana?

Beyaz sarık başında, yoksa gelen sen misin ey Can?

Bu hutbede sevda var,

Bu namazda bir hal var,

Kulluk böyle olsa gerek ya Rab!

Sanki kalabalığın arasında yapayalnız gibisin. Omuzların ne geniş, dağlar mı var üzerinde?

Derdin bitmez mi senin hiç, sen sana gelen için hep gözyaşı mı dökersin?

Ey ağlayanları güldüren, karakışları yok eden bahar yüzlüm!

Açları doyuran cömert ağam! Ey biçarelerin elinden tutan kılavuz!

Ey yol bilmezlere rehberlik eden! Ey Sadatların gözbebeği!

Işığa koşuşan pervaneler misali yine ziyarete koşuşurlar birden,

Sen dinleye dinleye yürürsün, hücreye doğru.

Kısa da olsa ikindi vaktine kadar hasretin başlar.

O mescit çıkışında Ay Parçam, yönelirsin Merkad’a doğru,

Yol bilmezlerin tutup elini Dost’a doğru.

Senin ardından üç adım da olsa Allah için atanlara ne mutlu!

Bahçedeki kuşlar cıvıldaşıp haber verdi Merkad’a senin geldiğini,

Pembeleşip de girdin Sultanlar huzuruna can Sultanım..

O girişte ki kurumaya yüz tutmuş ağaca nasıl da durup bir baktın!

Ne dedin gül kokulum, ne istedin gül yüzlüm?

Seninle onlar övünüyor, şahidim.

Ustası büyük olanın çırağı küçük mü olurmuş?

Sen ustalarınla övündün, alem sneinle övünüyor ey Hak Dostu!

O mübarek Kur’an’ı okuyup hediye ettin ya.. Arkanda saf tutanlar senin ettiğin duaya amin dedi sadece.

Şöyle bir baktım yürüyüşüne,

Elindeki asayı yere değdirişine..

Bembeyaz nurlu sarık nasıl da yakışmış ey aşk deryası! Nazar pınarlarından damla kapanlara ne mutlu!

Sevdiklerin hatırına mahşerde de peşin sıra yürüt bizi sevdiklerine doğru. Bırakma bizi n’olur!

Ne mutlu yolundan gelene, candan sevene, pişmanım diyene!

Ne mutlu çorbandan yiyene, seni görene!

Sana gönül verene ne mutlu!

**

Söz: İlham Erol

Müzik: Taner Yüncüoğlu

Okuyan: Dursunali Erzincanlı

Albüm: Gönül Sultanları, Hacegan
 
Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol