HATM-İ ŞERİF
İlimsiz Olmaz
“Sakın cahillerden olma!” 22
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 23
İslâm’ın ilme ve ilim ehline verdiği önem, sık sık tekrar edilen ve herkesin bildiği bir gerçek. İslâm’ın ilk vahyi “oku” emriyle başlıyor:
“Oku, yaratan rabbinin adıyla. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Ki rabbin sonsuz kerem sahibidir.”24
“Oku!...” İlim kapısının anahtarı okumak. Bütün kâinat ve kendi varlığın bir kitap. Allah’ın âyetleriyle dolu bir kitap ve Kur’ân-ı Hakîm o kitabın özü, ruhu. Yüce yaratıcının Kelâmıkadîm’i.
“Oku!...” Âlemlerdeki mükemmel nizam, ilmin ta kendisi ve İslâm, o nizamın insanlığa yönelik yüzü. İki dünya mutluluğunun pusulası. İslâm, ilmin kendisi. Âlemlerin rabbini bilmenin ilmi, yaratılanları bilmenin ilmi, kendini bilmenin ilmi...
İlâhî mesajın doğrudan muhatabı Hz. Peygamber (s.a.v) ilmin rehberidir. Âlemlerin rabbi, rehbere “oku!” diye ferman buyuruyorsa takipçileri okumadan, ilim olmadan nasıl yol bulabilir?
Yaratıcıya lâyık kul olmakla yükümlü olan bizler, Allah’ın Resûlü ve onun vârislerinin rehberliğinde, rabbimizin üzerimizdeki muradını anlamak ve o muradı gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Kalbimizi O’na teslimiyetle kâmilen doldurmak ve yaratılış gayemizi hayatımızın merkezine koymak zorundayız. Şahdamarımızdan daha yakın olan rabbimizle aramızdaki perdeleri kaldırmak mecburiyetindeyiz. O perdelerin neler olduğu bilinmeden, kalbimize ve hayatımıza nasıl yön vereceğiz?
Yalnızca şu âyet-i kerimeler, rabbimizin cehâletten uzak durma ve bilenlerden olma fermanının büyüklüğünü anlatmaya yeter:
“Sakın cahillerden olma!”25
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 26
“Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler (gerektiği gibi) korkarlar.” 27
Ayrıca Cenâb-ı Allah bizi, aklımızı ve bilgi aracı duyularımızı kullanma hususunda da sık sık uyarıyor:
“Düşünmüyorlar mı?” “Akıl etmiyorlar mı?” “Görmüyorlar mı?” “Bilmiyorlar mı?”
Birçok âyet-i kerimenin sonunda yer alan bu sorulara, her ne ile ilgiliyse ilimsiz cevap verilemeyeceği de çok açıktır.
Diğer taraftan Resûlullah Efendimiz de (s.a.v), ilim konusundaki uyarılarıyla rehberlik vazifesini yerine getiriyor:
“İlim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümanın üzerine farzdır.” 28
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” 29
“Allah, kime hayır dilerse onu dinde fakih (anlayışlı) kılar.” 30
Bu hadis-i şeriflerden özellikle birincisi, bütün müslümanların ilimle yükümlü olduğunu yoruma gerek kalmayacak açıklıkta ifade ediyor. İlim, bütün farzlardan önce gelen farzdır. Ve biz bugünün müslümanları, bize ne oluyor ki ilim ve bilgi bu kadar uzağımızda? Kalbimizin, işlerimizin ve inananlar arasındaki hukukun bilgisinden niçin bu kadar uzağız? Ve bu bilme farziyetini yerine getirmeden nasıl kurtuluşumuzu ümit edeceğiz?
Üstadımdan dinlediğim bir kıssa geliyor aklıma:
Abdülkadir-i Geylânî (k.s), bir gün mihrapta oturmuş zikir ve murakabe ile meşgulken gaipten bir ses geliyor: “Ey Abdülkadir kulum! Ben senden bütün amel yükümlülüklerini kaldırdım...” Abdülkadir-i Geylânî (k.s) bu sözü duyar duymaz sesin geldiği yöne elindeki tesbihi kurşun gibi fırlatarak, “Defol lânetli şeytan!” diye haykırıyor. Foyası ortaya çıkan şeytan, “Ben bu şekilde nice âbidleri, nice zâhidleri yoldan çıkardım. Ama sen bir an olsun tereddüt edip tuzağa düşmedin. Nasıl anladın beni?” diye soruyor. Abdülkadir-i Geylânî (k.s), şeytana hepimizin ibret alması gereken şu sözlerle cevap veriyor: “Seni iki şeyle tanıdım. Birincisi akaid ilmi. Bu ilimle biliyorum ki, Allah bir yönden hitap etmez; O her yerdedir. Oysa senin sesin bir yönden geldi. İkincisi fıkıh ilmidir. Buna göre de, peygamberler dahil hiç kimseden amel mecburiyeti kaldırılmamıştır...”
Demek ki ilimsiz amel büyük tehlikelerle doludur. Şeytan her an pusudadır ve riya, kibir, ameline güvenme gibi ilimsiz baş edilemeyecek tuzaklarla yolumuzu kesmeye çalışmaktadır.
Cehâlet öyle büyük bir karanlık ki Hz. Ali (r.a), “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” diyor. Yani köleliği cehâlete tercih ediyor. Kölelikten daha alçaltan bir hayata mahkûm olmak, akıllı ve şahsiyetli bir mümine yakışır mı?
Evet, kurtuluş için ilme sarılmak ve öğrendiğimizi hayatımıza nakşetmek zorundayız. Yüce rabbimizin,
“Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında şiddetli gazab (a sebep olma) yönünden büyüdü”31 ikazına kulaklarımızı kapatmamız mümkün değil. Cum‘a sûresi 5. âyette de rabbimiz, bilip de amel etmeyenleri kitap yüklü eşeğe benzetiyor.
Anlaşılıyor ki, ilim öğrenmeyi hayatımızın en öncelikli meseleleri arasına koymak, edindiğimiz ilmi yaşamak ve cehâletle konuşmaktan sakınmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde hem kendimizi hem de etrafımızı helâke düşmekten korumuş oluruz.
Bid’at mana itibariyle, “dinde olduğu halde çıkarılıp atılan veya, dinde olmadığı halde ihdas edilen her türlü unsur”un adıdır ve her ikisi de yanlıştır, reddedilmiştir.
Sahabe-i kiram ve onları takip eden tabiin nesli, imanla birlikte bir müminde yaşayabilen bid’at ve nifakı büyük bir titizlikle tarif etmiş ve açıklamışlardır. Kendileri de yırtıcı bir hayvandan kaçar gibi bunlardan kaçınmış, uzak durmuşlardır. Çünkü müminin en büyük korkusu son nefeste su-i hatimedir (kötü akıbet).
Ashab-ı kiram ve tabiin, kötü akıbetin hayatımızdaki sebeplerinin başında bid’at ve nifak ile her türlü kibir, gurur ve kendi nefsini beğenme hastalıkları olduğunu tesbit etmişlerdir.
Maneviyatı böylesine kemirip perişan eden ve kişinin şaki olmasına sebep olan bu marazi haller, Allah’ın kitabında ve sünnet-i Resul’de şiddetle reddedilmiş, müminler uyarılmıştır.
Bugün ıstıraplarımızın en önemli sebeplerinden biri, dünyada huzurumuzu, ahirette de ebedi saadetimizi temin edecek hakiki hayat nizamımızın bazı unsurlarını hayatımızdan eksilterek, onda olmayan bazı unsurlaru da dahilmiş gibi görerek hareket etmektir. Dolayısıyla gafil kalpler ve şuursuz tavırlarla birçok manevi hastalıklara maruz kalınmıştır.
Çareye gelince, ilk tedbir manevi hastalıkları tedavi edecek kalp tabibi kamil rehberleri arayıp bulmak ve onların tavsiye ettikleri manevi reçeteyi uygulamaktır. İşte bu kamil rehberlerin manevi terbiyesi ve örnekliği ile saf ve berrak dinimizi anlamak ve yaşamak daha kolay olabilir.
(M. Saki Erol, Hayat Dengemiz’den…)
Gavs-ı Sani Hazretleri buyurdular ki:
“Bu dünya bir han gibidir. Ahiret yolcusu bütün hazırlığını bu handa yapmalıdır. Yolda tedarik görülmez. Zira kervan yola çıkmıştır. Ölümle başlayan bir yolculuğun geri dönüşü yoktur. Yola çıkan kimsenin hedefine ulaşması için belli bir yol ve usül takip etmesi gerekir. Başıboş ve hedefsiz yol giden kimsenin hedefine varması mümkün değildir. Onun nereye varacağı da belli olmaz. Allah yolu da böyledir. O yolda Hz. Resulullah’ın -aleyhissalatü vesselam- izinden başka Allah’a giden bir yol ve kapı yoktur. Hz. Resulullah’ın -aleyhissalatü vesselam- hayatını yaşamak için de ulu sadatlara uymak gerekir. Hz. Peygamber’e -aleyhissalatü vesselam- hakkıyla uymanın en güzel yolu sünnet üzere yaşayan sadatları takip etmektir. Sadatlar sünnet-i seniyyeyi kal olarak değil hal olarak yaşar ve yayarlar. Onlara uymakla iman selameti ile ölmek nasip olur. Böylece ebedi ahiret yolculuğu iman ile başlamış olur. En büyük saadet de budur.”